31 Ekim 2011 Pazartesi

MUHASEBE SİSTEMİNDE KÖKLÜ DEĞİŞİME HAZIRMIYIZ?


    Yeni Türk Ticaret Kanununun (TTK) kabulü ile birlikte iş hayatımıza bazı yenilikler girmeye başlayacak, şirketler bu yeni dönemde pek çok alanda yapısal dönüşümlerini gerçekleştirmek zorunda olacaklardır. Yapılması zorunlu bu dönüşümlerin kısa sürelerde yapılamayacağı aşikar olmakla birlikte, bugüne kadarki tecrübemize dayanarak, çoğu şirketin son ana kadar hareket geçmeyeceğini şimdiden söyleyebiliriz. Pek çok maddesi Temmuz 2012 itibariyle yürürlüğe girecek yeni TTK’nın iş dünyasına getirdiği en önemli yeniliklerden biri de muhasebe standartlarında yapılan köklü değişiklerdir. Yapılan bu düzenlemeler ile 01.01.2013 tarihinden itibaren şirketlerin Türkiye Finansal Raporlama Standartlarını (TFRS) veya Türkiye Muhasebe Standartlarını (TMS) (her iki isimde aynı standartları ifade etmektedir) kendi bünyelerinde kullanmaları yasal bir zorunluluk olmaktadır. Bugüne kadar uluslararası standartlara dayanmayan tek düzen muhasebe sistemini kullanan mükelleflerin, 01.01.2013 tarihinden itibaren kısa sürede oturtulması mümkün olmayan uluslar arası muhasebe standartlarına dayanan yeni tek düzen muhasebe sistemini kullanmaları gerekecektir.
Şu ana kadar yapılan düzenlemeler sonucunda TFRS/TMS ülkemizde 3.000 sayfalık bir düzenleme ile hayata geçmeyi beklemektedir. 01.01.2013 tarihinde yürürlüğe girecek Standartlar gereği 31.12.2012 kapanış bilançolarının da yeni düzenlemelere göre yapılması gerekecektir. Bir başka ifade ile hazırlanmak için mükelleflerin önünde 18 aydan kısa bir süre bulunmaktadır. Bazı şirketlerde şimdiden hazırlıklarına başlanılmasına rağmen pek çok mükellefin halen bu standartların varlığından bile haberdar olmadıklarını yakından gözlemleyebiliyoruz. Bu nedenle bu yazımızda gelmekte olan muhasebe standartları ile ilgili genel bir bilgi verilecektir. 
Türkiye pratiğinde, TFRS/TMS, SPK’nın 2005, BDDK’nın ise 2006 yılından bu yana uyguladığı raporlama standartları olup, Dünyada ise TFRS/TMS, Avrupa Birliği, İsviçre, Norveç ve İzlanda’daki borsaya kote tüm şirketler ile Avustralya, Rusya ve diğer 70 kadar ülkede uygulanmaktadır. Bu noktada akla 3000 sayfalık bir düzenlemeye KOBİ’lerin nasıl adapte olacağı sorusu gelebilecektir. Zira, bu noktadan hareketle çok kapsamlı düzenlemeleri içeren TFRS/TMS’nin orta ölçekli işletmelerde uygulanmasının sorun olacağı düşünülerek TFRS/TMS’nin kapsamı daraltılarak tüm Dünya’da ayrıca KOBİ TFRS/TMS düzenlemeleri de yapılmıştır.  
Ülkemizde çok geniş uygulama sahası bulacak KOBİ TFRS, tek başına bir standartlar seti olup, Tam Set TMS / TFRS ile aynı kavramsal çerçeveye sahiptir. Bununla birlikte KOBİ TFRS, KOBİ’lerin yapıları dikkate alınarak muhasebeleştirme, değerleme ve dipnot açıklamalarında basitleştirme sağlayan daha sade bir standartlar seti olarak kurgulanmıştır.
Ülkemizde yapılan düzenlemelere göre, büyük ölçekli sermaye şirketlerinin (Büyük Anonim ve Limited Şirketler) Tam Set (3000 Sayfalık) TMS / TFRS’ye tabi olması, KOBİ tanımına uyan şirketlerin ise 300 sayfalık KOBİ TFRS’yi uygulaması gerekmektedir. Kasım 2010’da resmi gazetede yayımlanan Küçük ve Orta Büyüklükteki İşletmeler için Türkiye Finansal Raporlama Standardına (KOBİ TFRS) göre KOBİ’ler çok farklı bir tanımlamaya  tabi tutulmuştur. Ülkemizde değişik kurumlar tarafından hasılat tutarı ve çalışan sayısı esas alınarak belirlenmiş farklı KOBİ tanımı ve ölçütleri bulunmakla birlikte, KOBİ TFRS kapsamında yapılan düzenlemede ise KOBİ tanımı yapılırken herhangi bir ölçüye bağlı kalınmamış, sadece;
  • Kamuya hesap verme yükümlülüğü bulunmayan ve      Dış kullanıcılar için ( örneğin, işletme yönetimi dışındaki ortaklar, şirkete borç verecek olanlar ve kredi derecelendirme kuruluşları için) genel amaçlı finansal tablo yayımlayan işletmeler,
KOBİ’dir şeklinde genel bir tanımlama yapılmış olup KOBİ kapsamına Küçük ve Orta ölçekli işletmelerin yanı sıra büyük ölçekli şahıs işletmeleri de  dahil edilmiştir. 
Şu ana kadar yapılan düzenlemelere bakıldığında, işletme defteri tutan ve basit usule tabi olan esnafın, KOBİ TFRS’ye tabi olmadığı görülmektedir. Ayrıca halen yıllık hasılatı 1 milyon TL’yı aşmayan ve çalışan sayısı da 10’dan az olan çok küçük ölçekli mikro işletmelerin KOBİ TFRS uygulamasının dışında bırakılması yönünde planlamalar da yapılmaktadır. 
Ana esasları yukarıda çok kısa bir şekilde özetlenmeye çalışılan gerek tam set standartların gerekse KOBİ standartları ile TTK’nın diğer hükümlerinin hayata geçirilmesinde, mükelleflerin kendilerine bir TTK yol haritası hazırlamasını tavsiye etmekteyiz. Bu süreçte, bir gecede hazırlanamayacak aşağıdaki 4 ana konuda belirtilen soruların sorulması ve tabidir ki bunların önümüzdeki 1 yıllık süreçte hayata geçirilmesi gerekecektir. 
Finans ve Mali İşler
  Türkiye Finansal Raporlama Standartları’na (TFRS) göre defter tutmaya hazır mısınız?
• Uluslararası düzeyde karşılaştırılabilir, şeffaf, güvenilir finansal raporlama altyapınız var mı?
   Şirket yönetiminiz finansal performansını uzun vadeli planlara ve bütçelere göre takip ediyor mu? 
Kurumsal Risk Yönetimi
   Şirketinizde riskleri yönetmek için doğru kontroller bulunuyor mu? Bu kontroller etkin çalışıyor mu?
  İç denetim bölümünüz var mı?
  İç denetim bölümünüzün yapısı nasıl?  
Bağımsız Denetim
• Sürekli bilgilendirme ve şeffaflık kurallarına uyabilecek misiniz?
  Denetçilere doğru ve kapsamlı bilgi hazırlayabilecek misiniz?
• Denetçilerin ilave sorgulamalarına hazır mısınız?
Kurumsal Yönetim
• Uygun bir kurumsal yönetim sistemi oluşturabilir  misiniz ?
• Belli başlı paydaşlarla açık ve zamanında iletişiminiz var mı? 
Muhasebe standartları ile getirilen düzenlemelerin işletmeler için yeni bir iş yükü yaratacağı kesindir. Ancak, bu standartlara uygun tutulacak muhasebenin işletmelerin önünü daha rahat görmesine yardımcı olacağı ve işletmelerin kurumsallaşmasının köşe taşı olacağı gözden uzak tutulmamalıdır.

İ.Halil Bağdınlı 

29 Ekim 2011 Cumartesi

Yeni TTK Uyarınca Tutulacak Defterler
Yeni Türk Ticaret Kanunu (TTK) ile getirilen düzenlemelerden "defter tutma" ile ilgili olanları bu yazımızda açıklanmaya çalışılacaktır.
6102 sayılı Yeni Türk Ticaret Kanunu'nun 11. maddesinde "Ticari işletme; esnaf işletmesi için öngörülen sınırı aşan düzeyde gelir sağlamayı hedef tutan faaliyetlerin devamlı ve bağımsız şekilde yürütüldüğü işletmedir" şeklinde ifade edilmiş; 12. maddesinde ise; "bir ticari işletmeyi kısmen de olsa, kendi adına işleten kişiye tacir denir" tanımlaması yer almıştır. Aynı kanunun 15. amddesinde esnafın tanımı yapılmış ve "ister gezici olsun ister bir dükkânda veya sokağın belirli yerlerinde sabit bulunsun, ekonomik faaliyeti sermayesinden fazla bedeni çalışmasına dayanan ve geliri Bakanlar Kurulu Kararı ile belirlenen sınırı aşmayan ve sanat veya ticaretle uğraşan kişi esnaftır" denmiştir. Yeni Türk Ticaret Kanunu 1 Temmuz 2012 tarihinde yürürlüğe girecek olup, esnaf-tacir ayrımının yapılacağı gelir sınırının ne olacağı henüz belirlenmemiştir.
Anılan kanunun 64. maddesinde hüküm altına alındığı üzere, her tacir, ticari defterleri tutmak ve defterlerinde, ticari işlemleriyle malvarlığı durumunu, Türkiye Muhasebe Standartları'na ve 88'inci madde hükümleri başta olmak üzere bu kanuna göre açıkça görülebilir bir şekilde ortaya koymak zorundadır.
Anılan kanunun gerekçesinde açıkça belirtildiği üzere, muhasebe artık vergi kanunlarına göre değil, Yeni Türk Ticaret Kanunu'nun belirlediği hükümler çerçevesinde uluslararası muhasebe standartlarının çevirisi durumunda bulunan Türkiye Muhasebe Standartları'na göre tutulacaktır.
Tutulması gereken defterler
Bilindiği üzere, halen yürürlükte bulunan 6762 sayılı Türk Ticaret Kanunu'na göre; tacir hükmi şahıs ise yevmiye defteri, defteri kebir, envanter defteri ve karar defteri; tacir hakiki şahıs ise karar defteri hariç olmak üzere yukarıda yazılı defterleri veya işletmesinin mahiyet ve önemine göre sadece işletme defteri tutmak durumundadır.
Yeni Türk Ticaret Kanunu'nda tutulacak defterler belirlenirken; hükmi şahıs- hakiki şahıs ayrımı yapılmamış ve tüm tacirlerin temel defterler olanyevmiye defteri, defteri kebir, envanter defteri tutmak zorunda oldukları belirtilmiş, ancak tutulacak defterler arasında işletme defteri sayılmamıştır. Bu durumda, işletme defterinin kaldırılmış olduğu düşünülebilir. Ancak Kanundayevmiye, defteri kebir ve envanter defteri dışında tutulacak defterlerin Türkiye Muhasebe Standartları Kurulu tarafından bir tebliğ ile belirleneceği hükmü yer almış olup, anılan kurul işletme defterinin belli koşullarda tutulmasını sağlayabilir. Aksi takdirde işletme defteri tutulamaz.
Yeni kanunda, yukarıda sayılan defterlerin yanı sıra aşağıdaki defterler de sayılmış ve bunların da "ticari defter" sayılacağı ifade edilmiştir:
- Pay defteri,
- Yönetim kurulu karar defteri,
- Genel kurul toplantı ve müzakere defteri.
Defterlerin tasdiki
Eski Ticaret Kanunu'nda da defterlerin kullanılmaya başlanmadan önce tasdik edilmesi öngörülmüş, tasdikin 213 sayılı Vergi Usul Kanunu'nun defterlerin tasdikine ilişkin hükümlerinde yer alan bilgileri içerecek şekilde ve defterlerin tasdikine ilişkin hükümlerine göre yapılacağı belirtilmiştir. Yeni kanunda defterlerin tasdiki öngörülmüş olmasına rağmen, bu tasdiklerin Vergi Usul Kanunu hükümlerine göre yapılması ilkesi yer almamıştır.
Yeni kanuna göre; ticari defterler( yevmiye, defteri kebir, envanter defteri, pay defteri, yönetim kurulu karar defteri, genel kurul toplantı ve müzakere defteri)açılış ve kapanışlarında noter tarafından onaylanacaktır. (Şirketlerin kuruluşunda açılış tasdikleri ticaret sicili müdürlükleri tarafından da yapılabilir.)
Defterlerin açılış tasdiklerinin ne zaman yapılacağı konusunda yeni Türk Ticaret Kanunu'nda açık bir belirleme yapılmamıştır. Ancak, farklı bir belirleme yapılmadığı sürece, anılan defterlerin kullanılmaya başlanmadan önceaçılış onayları yaptırılmalıdır. Keza henüz Vergi Usul Kanunu'nda da değişiklik yapılmadığı için, vergi kanunlarındaki açılış tasdiklerine ilişkin hükümlere de riayet edilmelidir.
Yeni Türk Ticaret Kanunu'nda, defterlerin kapanış tasdik zamanlarında değişiklikler yapılmış olup, daha önce Yevmiye defterinin kapanış tasdiki izleyen yılın (hesap döneminin) ocak ayında, Envanter defterinin kapanış tasdiki ise izleyen yılın (hesap döneminin) mart ayında yapılmakta iken; yeni kanunda defterlerin kapanış tasdikinin izleyen faaliyet döneminin altıncı ayının sonuna kadar yapılacağı hüküm altına alınmıştır.
Defterlerin tutulması
Defter ve gerekli diğer kayıtların Türkçe olarak tutulması zorunludur. Defterler, üçüncü kişi uzmanlara, makul bir süre içinde yapacakları incelemede işletmenin faaliyetleri ve finansal durumu hakkında fikir verebilecek şekilde tutulur. İşletme faaliyetlerinin oluşumu ve gelişmesi defterlerden izlenebilmelidir. Kısaltmalar, rakamlar, harfler ve semboller kullanıldığı takdirde bunların anlamları açıkça belirtilmelidir. Defterlere yazımlar ve diğer gerekli kayıtlar, eksiksiz, doğru, zamanında ve düzenli olarak yapılır. Bir yazım veya kayıt, önceki içeriği belirlenemeyecek şekilde çizilemez ve değiştirilemez. Kayıt sırasında mı yoksa daha sonra mı yapıldığı anlaşılmayan değiştirmeler yasaktır.
Öte yandan, defterlerin elektronik ortamda tutulmasına da imkân sağlanmıştır. Yeni Türk Ticaret Kanunu'nun 65. maddesinde belirtildiği üzere, defterler ve gerekli diğer kayıtlar, olgu ve işlemleri saptayan belgelerin dosyalanması şeklinde veya veri taşıyıcıları aracılığıyla tutulabilmesi mümkündür. Türkiye Muhasebe Standartları'na göre elektronik ortamda veya dosyalama suretiyle tutulan defterlerin açılış ve kapanış onaylarının şekli ve esasları ile bu defterlerin nasıl tutulacağı ise Gümrük ve Ticaret Bakanlığı'nca çıkarılacak bir tebliğle belirlenecektir.
Öte yandan, Yeni Türk Ticaret Kanunu'nda bazı uygulamaların yapılması bakımından sermaye şirketleri için büyük ve küçük ölçekli ayrımı yapılmış olup, bu ölçeğin ne olduğu Gümrük ve Ticaret Bakanlığı'nca çıkarılacak bir yönetmelikle belirlenecektir.
Sermaye Piyasası Kanuna göre, ihraç ettikleri sermaye piyasası araçları borsada veya teşkilatlanmış diğer bir piyasada işlem gören şirketler, aracı kurumlar, portföy yönetim şirketleri şirketleri ve konsolidasyon kapsamına alınan diğer şirketler; bankalar ile bağlı ortaklıkları; sigorta ve reasürans şirketleri; emeklilik şirketleri ve bu sayılanların dışında kalan büyük ölçekli sermaye şirketleri Türkiye Muhasebe Standartları'na göre defter tutacaklardır. Küçük ve orta ölçekli sermaye şirketleri ile yukarıda sayılanlar dışında kalan her ölçekteki gerçek ve tüzel kişi tacirler ise bunlar için yayımlan özel Türkiye Muhasebe Standartları (KOBİ Muhasebe Standartları)'na göre muhasebelerini tutacaklar ve dolayısıyla defterler de bu standartlara göre tutulacaktır.
Defterlerin, anılan muhasebe standartlarına göre tutulması 01.01.2013 tarihinden itibaren başlayacaktır. Özel hesap dönemine tabi olanlar için bu süre ise, 01.01.2013 tarihinden sonraya rastlayan özel hesap döneminin başlangıç tarihi olacaktır. Örneğin özel hesap dönemi 01 Temmuz tarihinde başlıyorsa, 01.07.2013 tarihinden itibaren bu muhasebe standartları uygulanmaya başlayacaktır.
Defter ve belgelerin saklanması
Her tacir; ticari defterlerini, envanterlerini, açılış bilançolarını, ara bilançolarını, finansal tablolarını, yıllık faaliyet raporlarını, topluluk finansal tablolarını ve yıllık faaliyet raporlarını ve bu belgelerin anlaşılabilirliğini kolaylaştıracak çalışma talimatları ile diğer organizasyon belgelerini, alınan ticari mektuplarını, gönderilen ticari mektupların suretlerini, muhasebe için yapılankayıtların dayandığıbelgeleri sınıflandırılmış bir şekilde saklamakla yükümlüdür.
Yeni TTK'nın teknolojik gelişmeleri dikkate almasının bir sonucu olarak, defter ve belgelerin saklanması konusunda ikili bir sistem öngörülmüştür. Buna göre defter ve belgeler fiziki olarak saklanabileceği gibi elektronik ortamda da saklanabilecektir.
Anılan defter ve belgelerin saklama süresi on yıldır. Saklama süresi, ticari defterlere son kaydın yapıldığı, envanterin çıkarıldığı, ara bilançonun düzenlendiği, yılsonu finansal tablolarının hazırlandığı ve konsolide finansal tabloların hazırlandığı, ticari yazışmaların yapıldığı veya muhasebe belgelerinin oluştuğu takvim yılının bitişiyle başlar.
Tacirin saklamakla yükümlü olduğu defterler ve belgeler; yangın, su baskını veya deprem gibi bir afetveyahırsızlıksebebiyle ve kanuni saklama süresi içinde ziyaa uğrarsa, tacir ziyaıöğrendiği tarihten itibaren 15 gün içinde ticari işletmesinin bulunduğu yer yetkili mahkemesine müracaat ederek kendisine bir belge verilmesini isteyebilir.
Cezai sorumluluk
Defter tutma yükümünü kanunun 64/1 maddesinde belirtildiği şekilde yerine getirmeyenler; ticari defterlerin açılış ve kapanış onaylarını kanunun 64/3 maddesine uygun olarak yaptırmayanlar; defterleri 65'inci maddeye uygun olarak tutmayanlar; hileli envanter çıkaranlar 200 günden az olmamak üzere adli para cezası ile cezalandırılırlar.
Kanunun 88. maddesi uyarınca, gerçek ve tüzel kişiler gerek ticari defterlerini tutarken, gerek münferit ve konsolide finansal tablolarını düzenlerken, Türkiye Muhasebe Standartları Kurulu tarafından yayımlanan, Türkiye Muhasebe Standartları'na, kavramsal çerçevede yer alan muhasebe ilkelerine ve bunların ayrılmaz parçası olan yorumlara aynen uymak ve bunları uygulamak zorundadırlar. Bu zorunluluğa aykırı hareket edenler yüz günden üçyüz güne kadar adli para cezası ile cezalandırılırlar.
HIZLI EKONOMİNİN HIZINA GENÇLER YETİŞİYOR

Ekonomi piyasalarında dengeler artık gün içinde bile defalarca değişebilir. Hızlı ekonomiyi yakından takip etmek isteyen şirketlerin tericihi ise genç yöneticilerden yana. Bu da yöneticilerin ortalama yaşının giderek gençleşmesine neden olan bir gelişme.

HIZLI EKONOMİYE GENÇ YÖNETİCİ

Ekonomide yaşanan hızlı değişim, yönetici kademelerinin gençleşmesine neden oluyor. Uzmanlara göre artık orta yaş üstü değil, 35 - 40 yaş aralığındaki genç yöneticiler revaçta...

Şirketler ekonomideki hızlı değişime genç yöneticilerin ayak uydurabilecekleri kanaatiyle beyin takımını gençleştiriyor. Uzmanlara göre genç yönetici bulmak sanıldığı kadar kolay bir iş değil. Çünkü bir yöneticinin deneyim kazanabilmesi için en az 10 yıl gerekiyor. Üstelik beyin avcılarına göre Türkiye gibi hızlı büyüme trendi gösteren ekonomilerde talebi karşılayabilecek kadar fazla yönetici bulmak da giderek zorlaşıyor. Hızla artan talebe aynı oranda arz olmayınca şirketler alternatif çözüm arayışına giriyor. Bunlardan en yaygın olanı da yurt dışından yönetici ithal etmek. Bu durumun Türkiye’nin büyümesine paralel olarak yaklaşık 10 yıl daha devam edeceği görüşünde olan Data Expert Yönetici Ortağı Yasin Altunkaya, yönetici ithalatına alternatif olarak potansiyeli yüksek ancak yeterli deneyime sahip olmayan 40 yaş altındaki yöneticileri gösteriyor. "Bu trend sadece ülkemizde değil dünya genelinde de benzer şekilde gerçekleşiyor" diyen Altunkaya’ya göre bunun tek sebebi istenilen nitelikte ve deneyimde insan bulamamak değil, bazı durumlarda firmaların taleplerinin de bu yönde gelişmesi.

Telekomünikasyon gençleri istiyor
Bazı durumlarda orta yaş ve üzerinde olan yöneticiler bu koltuklar için ideal adaylar olmaktan çıkıp daha dezavantajlı hale dönüşebiliyorlar. Bunun sebebini de sektörün ve firmanın iş yapma stili olarak açıklıyor Altunkaya. "Eğer gençlere satış yapıyorsanız, genç insanları bünyenize katmak size rekabet avantajı sağlayacaktır" diyen Altunkaya, bu eğilimin pazarlama sektöründe ağırlıklı olduğu görüşünde. Finans, operasyon, üretim fonksiyonundan farklı olarak pazarlamada da her gün yenilikçi fikirler getirmek gerekiyor. Şirketlerin bunu sağlayabilmek için gençleri daha iyi anlayan ve onlar gibi hareket edebilen genç yöneticilerle yol alma eğiliminde olduğunu söylüyor Altunkaya. Genç yöneticilerin tercih edildiği sektörlerin başında e-perakendecilik gibi tümüyle internet bağımlı hareket eden sektörler geliyor. Bu tarz çalışan firmalarda en tepeden başlayarak yöneticilerin büyük kısmının oldukça genç olduğunu belirten Yasin Altunkaya, telekomünikasyon sektöründe de çok sayıda genç yönetici istihdam edildiğini anlatıyor: " Uluslararası bir telekomünikasyon şirketi için gerçekleştirdiğimiz yönetici araştırması çalışmasında 35-40 yaş aralığında bir yöneticiyi aday olarak sunduğumuzda ’oldukça yaşlı’ cevabını aldık. Bu başta bize şaşırtıcı geldi ancak dinamikleri düşündüğümüzde firmaya hak verdik" diyor.

Maceracı şirketlere birebir
Bugün firmaların yönetim koltuklarında bulunan yöneticilerin yaklaşık yüzde 30’u, 40 yaş altı yöneticilerden oluşuyor. Firmaların genç yöneticilerle çalışmak istemesinin diğer bir sebebini gençlerin rakiplerine göre daha hızlı aksiyon alabilmesi olarak açıklayan Altunkaya, risk almaktan çekinmeyen gençlerin firmaya katkısının daha hızlı sonuç verdiği görüşünde. İş hayatında genç yöneticilerin sayısı hızla artarken, gençlerle yola çıkmak her zaman başarı getirmiyor. Altunkaya bu durumu ise şöyle açıklıyor: "Orta yaşın üstündekilerin aksine genç yöneticiler, yönetimdeki karmaşık yapıyı anlamakta bazen güçlük çekiyor. Bu durum da deneyimle paralel gelişiyor."

Yaşa hürmet sorunu
Genç yöneticilerin dezavantajlarından biri yaşa gösterilen saygıda ortaya çıkıyor. "Firma içi ve dışarıdaki ilişkilerde genç yöneticiler, orta yaş üstü yöneticilerin aksine daha az ciddiye alınıyor. Aslında hiçbir mantığa dayanmayan bu yaklaşım Türk kültürünün etkisiyle bu yönde gelişmiş" diyen Altunkaya’ya göre bu yaklaşım yavaş yavaş değişmeye başladı. "Muhtemelen önümüzdeki 5-10 yıllık süreçte bunun giderek azaldığını gözlemleyeceğiz" diyor Altunkaya. Orta yaş üzerinde olan yöneticiler koltuklarını gençlere bırakırken genel beklenti, onların yeni yaklaşımlar getirmesi ve firmanın iş yapma stilini değiştirmesi yönünde. Bu da koltuğu devralan gençlerin işini zorlaştırıyor. Bu güne kadar deneyimiyle firmayı oldukça başarılı bir şekilde yönetmiş olan orta yaş üstü halefinden koltuğu devralan genç yönetici, bu zorunluluğun ağırlığını taşıyor

28 Ekim 2011 Cuma


29 Ekim Cumhuriyet Bayramı'nda çalışılabilir mi?
Ulusal Bayram ve Genel Tatil Günleri, 2429 sayılı Ulusal Bayram ve Genel Tatiller Hakkında Kanun'la belirlenmiştir. Buna göre, 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı ulusal bayram olup, 28 Ekim günü 13.00'da başlar ve 1.5 gün tatil kabul edilmektedir.
İşyerini açmanın cezası yok
29 Ekimde özel işyerlerinin kapanması zorunludur. Mahiyetleri itibariyle sürekli görev yapması gereken kuruluşların özel kanunlarındaki hükümler saklıdır. Ancak, 29 Ekim günü özel işyerlerinin kapatılması gerekirken buna uymamanın müeyyidesi kanunda gösterilmemiştir. Yargıtay'da kanunsuz suç ve ceza olmaz prensibinden hareketle buna ilişkin davaları reddetmiştir. Aşağıda konuya ilişkin Yargıtay kararı verilmiştir.
29 Ekim dışında kalan diğer genel tatil günlerinde çalışılıp çalışılmayacağına ilişkin düzenlemeler iş sözleşmelerine veya toplu iş sözleşmelerine konulabilir. Eğer, yazılı iş sözleşmesi yapılmamışsa veya buna ilişkin bir hükme iş sözleşmelerinde yer verilmemişse, işverenler bu günlerde işçilerin onayını alarak ve yasada belirtilen zamlı ücreti ödeyerek çalıştırabilir.
4857 sayılı İş Kanunu'nun 44. maddesine göre, ulusal bayram ve genel tatil günlerinde işyerlerinde çalışılıp çalışılmayacağı toplu iş sözleşmesi veya iş sözleşmeleri ile kararlaştırılabilecektir. Sözleşmelerde hüküm bulunmaması halinde söz konusu günlerde çalışılması için işçinin onayı gereklidir. Toplu iş sözleşmesi veya iş sözleşmelerine hafta tatili, ulusal bayram ve genel tatillerde işçilere tanınan haklara, ücretli izinlere ve yüzde usulü ile çalışan işçilerin bu kanunla tanınan haklarına aykırı hükümler konulamaz.
Bu hususlarda işçilere daha elverişli hak ve menfaatler sağlayan kanun, toplu iş sözleşmesi, iş sözleşmesi veya gelenekten doğan kazanılmış haklar saklıdır.
Çalışan işçiye ilave ücret ödenmeli
4857 sayılı Kanun kapsamına giren işyerlerinde çalışan işçilere, kanunlarda ulusal bayram ve genel tatil günü olarak kabul edilen günlerde çalışmazlarsa, bir iş karşılığı olmaksızın o günün ücretleri tam olarak, tatil yapmayarak çalışırlarsa ayrıca çalışılan her gün için bir günlük ücreti ödenecektir. 28 Ekim günü de 13,00'ten sonra çalışılması halinde normal ücretine ilave olarak yarım günlük daha ücret ödenecektir.
Uygulamada bazı işyerlerinde kanunun yanlış yorumlanmasından dolayı, ulusal bayram ve genel tatil günü olarak kabul edilen günlerde çalışılması halinde ücretin % 100 zamlı ödendiği görülmektedir. Oysa ki, ulusal bayram ve genel tatil günü olarak kabul edilen günlerde çalışılması halinde, normal ücretinin dışında ayrıca çalışılan her gün için bir günlük ücreti ödenecektir.
Örneğin, günlük 30.-TL ücretle çalışan bir işçi için, 29 Ekim tarihinde, 1 günlük 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı'nda, işçinin çalışmaması halinde, 30 * 30=) 900.-TL ücret alacaktır. Ancak, 29 Ekim tarihinde tatil yapmayıp çalışırsa 1 günlük ilave yevmiye (30.-TL) ile birlikte toplam 930.-TL alacaktır.
Parça başına, akort, götürü veya yüzde usulü ile çalışan işçilerin tatil günü ücreti, ödeme döneminde kazandığı ücretin aynı süre içinde çalıştığı günlere bölünmesi suretiyle hesaplanır. (49 Mad.) Bu şekilde hesaplanan ücret, ulusal bayram veya genel tatil günlerinde çalışan işçiye ödenecektir.
İş Kanunu'na göre, işçinin yıllık izin hakkını kullanırken, yıllık izine rastlayan hafta tatili ve genel tatil günlerine ait ücreti de ayrıca ödenecektir. Normal ücret, hafta tatili ücreti ve genel tatil ücreti genellikle ay sonunda ödendiği halde, izin ücreti, izin kullanmadan önce peşin olarak ödenecektir.
İmzalı ücret bordrolarında ulusal bayram ve genel tatil ücretlerinin ödendiği anlaşılıyorsa, işçi tarafından daha fazla çalışıldığının ileri sürülmesi mümkün değildir. Ancak, işçinin alacağının bordroda görünenden daha fazla olduğu yönünde bir ihtirazi kaydının bulunması halinde, ulusal bayram ve genel tatil çalışmalarının ispatı her türlü delille yapılabilir. Buna karşın, bordroların imzalı ve ihtirazi kayıtsız olması durumunda dahi, işçinin geçerli bir yazılı belge ile bordroda yazılı olanın dışında ulusal bayram ve genel tatil çalışmalarının yazılı delille kanıtlaması gerekir.

RESUL KURT / DÜNYA

26 Ekim 2011 Çarşamba

Gerçekdışı Bordro Düzenlemenin Cezası 3 Yıl Hapis


Vergi Usul Kanunu 359/b göre Vergi Kanunları açısından gerçek bir muamele veya durum olmadığı halde, bunlar varmış gibi düzenlenen belgeye  Sahte Belge denir. Sahte Belge olarak tanımlayacak olduğumuz belgelere;  fatura, Sevk irsaliyesi, Ücret Bordrosu, Adisyon örnek olarak verilebilir.
Ayrıca Gerçek bir muamele veya duruma dayanmakla birlikte, bu muamele veya durumu miktar ve mahiyet itibariyle gerçeğe aykırı şekilde yansıtan belgelere muhteviyatı itibari ile yanıltıcı belge denir.
Ücret Bordroları da buna dahildir. Çalıştırdığı işçiye ödediği rakam üzerinden değil asgari ücretten sigortalı gösteren işveren, ücret bordrosunda gerçek muamele ve durumu gerçeğe aykırı şekilde yansıttığı için vergi kaçakçılığı suçu işlemiş olmaktadır.
213 Sayılı Vergi Usul Kanunu ile Vergi Kaçakçılığı tarif edilmiş olup, Buna göre,

Vergi kanunlarına göre tutulması mecburi olan defterlere kaydı gereken hususları, vergi kaybına sebebiyet verecek şekilde, tamamen veya kısmen diğer defter veya kağıtlara kaydetmek, Sahte veya içeriği itibariyle yanıltıcı evrak tanzim etmek veya bunları bilerek kullanmak, Evrakı tahrif etmek, asıllarına uygun olmayan belge ve suretlerim tanzim etmek, tahrif edilmiş vesikalar ile aslına uygun olmayarak tanzim edilmiş belge ve suretleri bilerek kullanmak, Vergi kanunlarına göre tutulması mecburi olan defter kayıtlarım tahrif etmek, bu defterlerde hayali işlemlere hesap açmak ya da her türlü hesap ve muhasebe hileleri yapmak, Bu defterlerin sayfalarını yok ederek, yerlerine başka yapraklar koymak veya hiç yaprak koymamak, Vergi kanunlarına göre tutulması ve muhafazası zorunlu olan defter ve vesikaları yok etmek veya gizlemek, Beyan esasına dayanan mükellefiyetlerde beyanname verme süresi ve ek süre geçtiği halde, ticari, zirai veya mesleki kazanç sahiplerinin kazançtan ile ilgili faaliyetlerinin, vergi dairesinin bilgisi dışında bırakılması, Beyan üzerinden alınan vergilerle ilgili olarak noksan bildirimde bulunulması fiilleri  vergi kaçakçılığına girmektedir.
Yasa’nın 359. maddesinde, “kaçakçılık suçu” sayılan fiiller, aşağıdaki gibi sıralanıyor:
1- Defter ve kayıtlarda, hesap ve muhasebe hilesi yapanlar,
2- Gerçek olmayan kişiler adına hesap açanlar,
3- Çift defter kullanıp, asıl deftere yazılması gereken işlemleri, vergi kaybı doğuracak şekilde başka deftere, belgeye ya da kayıt ortamına kaydedenler,
4- Defter ve belgeleri tahrif edenler veya gizleyenler,
5- Kapsamı itibariyle yanıltıcı belge düzenleyenler veya bu belgeleri kullananlar,
6- Defter ve belgeleri yok edenler,
7- Sahte belge düzenleyenler ya da kullananlar

Kaçakçılık suçu işleyenlere, hem hapis hem de para cezası uygulanıyor.
1- Hapis Cezası
a- 1-5 no.lu bentlerde yazılı fiilleri işleyenlere 18 aydan 3 yıla,
b- 6 ve 7 no.lu bentlerde yazılı fiilleri işleyenlere 3 yıldan 5 yıla kadar hapis cezası uygulanıyor.
2- Vergi ve Vergi Cezası
Kaçakçılık suçu halinde, hem vergi hem de verginin 3 katı vergi ziyaı cezası kesiliyor (VUK md. 344).

Kaçakçılık suçu işleyen bir kişi, vergi ve cezalarla ilgili olarak “uzlaşma” talep edemez.
Bu husus, Vergi Usul Kanunu’nun “uzlaşma” ile ilgili ek madde-1’de parantez içi hüküm olarak açıkça belirtilmiş.

Başka bir anlatımla, kaçakçılık suçu nedeniyle hesaplanan vergi ve ceza, uzlaşmadan yani pazarlıklı indirimden yararlandırılmaz.
Kaçakçılık suçunda, hapis cezasının paraya çevrilme durumu
a- 3 temmuz 2009 öncesi
Yukarıda sıralanan fiillerden, 6 ve 7 no.lu bentlerde yer alanlar, 3 yıldan 5 yıla kadar hapis cezasını gerektirdiği için, bu fiiller nedeniyle hükmolunan hapis cezaları, paraya çevrilemediği gibi ertelenmesi de söz konusu olmuyor.
Ancak, 1-5 no.lu bentlerde yer alan fiillerde durum farklıydı. Hapis cezası 1 yıldan 3 yıla kadar olduğu için, 1 yıla kadar olan hasis cezaları paraya çevrilebiliyordu. İki yıla kadar olan hapis cezaları da ertelenebiliyordu.
b- 3 temmuz 2009’dan itibaren yapılan değişiklik
5904 sayılı Kanun’un 23. maddesiyle Vergi Usul Kanunu’nun 359. maddesinin (a) fıkrasında yer alan “bir yıldan” ibaresi, “on sekiz aydan” şeklinde değiştirildi(3).
Yapılan düzenleme ile örneğin muhasebe hilesi yapanlara, çift defter kullananlara, defter ve belgelerini tahrif edenlere, verilen süreye rağmen defter ve belgelerini ibraz etmeyenlere, kapsamı itibariyle yanıltıcı belge düzenleyenlere ya da kullananlara “1 yıldan 3 yıla” kadar uygulanan hapis cezası, “18 aydan 3 yıla” olarak değiştirildi. Böylelikle, bir yıla kadar olan hapis cezalarının paraya çevrilmesi, asgari hapis cezası 18 aya yükseltilmek suretiyle önlendi(4).
Buna göre örneğin, ücret bordrosunda ödediği ücreti düşük gösteren bir mükellef “muhtevası itibariyle yanıltıcı belge düzenlemiş” sayılacak ve bu fiil nedeniyle 18 aydan üç yıla kadar hapis cezasına hükmolunabilecek.
Kaynak: Şükrü KIZILOT – Yaklaşım
                Kadir DODİ – Mali Müşavir

Fazla Çalışma, Fazla Sürelerle Çalışma ve Denkleştirme Kavramları

Çalışma süreleri İş Kanunu 63. Maddesine göre “Genel bakımdan çalışma süresi haftada en çok kırkbeş saattir. Aksi kararlaştırılmamışsa bu süre, işyerlerinde haftanın çalışılan günlerine eşit ölçüde bölünerek uygulanır”. Getirilen bu düzenleme ile fazla çalışma ve fazla süreli çalışmanın belirlenmesinde günlük çalışma süresi yerine haftalık çalışma süresinin alınması esas olarak kabul edilmiştir. Kanunda da belirtildiği üzere haftalık en çok kırkbeş saati aşan çalışmalar fazla çalışmadır. Ancak işyerlerinde yoğunlaştırılmış iş haftalarının uygulandığı durumlarda denkleştirme esasına göre günlük 11 saati aşmamak koşuluna göre de çalışılabilir.  
Kanunun 66. Maddesine göre verilen ara dinlenmeler; Günlük çalışma süresinin ortalama bir zamanında o yerin gelenekleri ve işin gereğine göre ayarlanmak suretiyle işçilere;     
a) Dört saat veya daha kısa süreli işlerde onbeş dakika,
b) Dört saatten fazla ve yedibuçuk saate kadar (yedibuçuk saat dahil) süreli işlerde yarım saat,   
c) Yedibuçuk saatten fazla süreli işlerde bir saat,
Ara dinlenmesi verilir ve bu dinlenme süreleri en az olup aralıksız verilir. Ara dinlenmeler çalışma sürelerinden sayılmaz.
A.            Fazla Çalışma ve Şartları
Ülkenin genel yararları yahut işin niteliği veya üretimin artırılması gibi nedenlerle fazla çalışma yapılabilir. Fazla çalışma, Kanunda yazılı koşullar çerçevesinde, haftalık kırkbeş saati aşan çalışmalardır. 63 üncü  madde hükmüne göre denkleştirme esasının uygulandığı hallerde, işçinin haftalık ortalama çalışma süresi, normal haftalık iş süresini aşmamak koşulu ile, bazı haftalarda toplam kırkbeş saati aşsa dahi bu çalışmalar fazla çalışma sayılmaz.
Fazla çalışma süresinin toplamı bir yılda ikiyüzyetmiş saatten fazla olamaz. Bu süre sınırı, işyerlerine veya yürütülen işlere değil, işçilerin kendilerine ilişkindir.
Fazla çalışma veya fazla sürelerle çalışma sürelerinin hesabında yarım saatten az olan süreler yarım saat, yarım saati aşan süreler ise bir saat sayılır.
Fazla saatlerle çalışmak için işçinin onayının alınması gerekir. Zorunlu nedenlerle veya olağanüstü durumlarda yapılan fazla çalışma için işçinin onayı aranmayacaktır.
Her bir saat fazla çalışma için verilecek ücret normal çalışma ücretinin saat başına düşen miktarının yüzde elli yükseltilmesi suretiyle ödenir.
B.            Fazla Sürelerle Çalışma ve Şartları
Haftalık çalışma süresinin sözleşmelerle kırkbeş saatin altında belirlendiği durumlarda yukarıda belirtilen esaslar dâhilinde uygulanan ortalama haftalık çalışma süresini aşan ve kırkbeş  saate kadar yapılan çalışmalar fazla sürelerle çalışmalardır.
Fazla sürelerle çalışmalarda, her bir saat fazla çalışma için verilecek ücret normal çalışma ücretinin saat başına düşen miktarının yüzde yirmibeş yükseltilmesiyle ödenir.
Parça başına veya yapılan iş tutarına göre ücret ödenen işlerde, fazla çalışma süresince işçinin ürettiği parça veya iş tutarının hesaplanmasında zorluk çekilmeyen hallerde, her bir fazla saat içinde yapılan parçayı veya iş tutarını karşılayan ücret esas alınarak fazla çalışma veya fazla sürelerle çalışma ücreti hesaplanır. Bu usulün uygulanmasında zorluk çekilen hallerde, parça başına veya yapılan iş tutarına ait ödeme döneminde meydana getirilen parça veya iş tutarları, o dönem içinde çalışılmış olan normal ve fazla çalışma saatleri sayısına bölünerek bir saate düşen parça veya iş tutarı bulunur. Bu yolla bulunan bir saatlik parça veya iş tutarına düşecek bir saatlik normal ücretin, yüzde elli fazlası fazla çalışma ücreti, yüzde yirmibeş fazlası fazla sürelerle çalışma ücretidir.
Serbest Zaman
Fazla çalışma veya fazla sürelerle çalışma yapan işçi isterse, bu çalışmalar karşılığı zamlı ücret yerine, fazla çalıştığı her saat karşılığında bir saat otuz dakikayı, fazla sürelerle çalıştığı her saat karşılığında bir saat onbeş dakikayı serbest zaman olarak kullanabilir.
İşçi hak ettiği serbest zamanı altı ay zarfında, çalışma süreleri içinde ve ücretinde bir kesinti olmadan kullanır.
Denkleştirme
Tarafların yazılı anlaşması ile haftalık normal çalışma süresi, işyerinde haftanın çalışılan günlerine günde onbir saati aşmamak koşuluyla farklı şekilde dağıtılabilir. Bu halde, yoğunlaştırılmış iş haftası veya haftalarından sonraki dönemde işçinin daha az sürelerle çalıştırılması suretiyle, toplam çalışma süresi, çalışması gereken toplam normal süreyi geçmeyecek şekilde denkleştirilir.
Denkleştirme iki aylık süre içinde tamamlanacak, bu süre toplu iş sözleşmeleri ile dört aya kadar artırılabilecektir.
Denkleştirme dönemi içinde günlük ve haftalık çalışma süreleri ile denkleştirme süresi uygulamasının başlangıç ve bitiş tarihleri işverence belirlenir.
Mehmet Fatih GELERİ
İş ve Sosyal Güvenlik Uzmanı

25 Ekim 2011 Salı

Gerçek Ama Naylon
Bir gün Maliye Bakanlığı vergi inceleme elemanları sahte ve muhteviyatı itibarıyla yanıltıcı belge kullandığınız iddiasıyla arayabilir.
Mal ve hizmeti almış karşılığında parasını ödemiş birçok firma olayı anlamakta güçlük çekiyor. Gerçekten mal ve hizmeti almış. Sebebi, sahte belge kullanmak ve düzenlemek fiilinden dolayı Vergi Tekniği İnceleme Raporu bulunan kişi veya firmadan önceden mal ve hizmet almış olmanız.
Sahte belge düzenledim' diyen kurtarıyor
Kısaca süreci anlatmakta fayda var. Önce sahte belge düzenlediği iddia edilen kişi veya firma hakkında Vergi Tekniği İnceleme Raporu düzenleniyor. Bu rapora göre ilgili firmanın hem alışları hem de satışları sahte. Daha sonraki aşamalarda bu firmadan mal ve hizmet aldığı görülen onlarca hatta yüzlerce firma sahte belge kullanmaktan dolayı inceleniyor. Bu yüzlerce firmaya sahte belge kullanmaktan dolayı işlem yapılıyor. Kısaca yüzlerce firmanın sahte belge kullanmak iddiasıyla karşı karşıya kalmasının sebebi bir firma hakkında düzenlenen Vergi Tekniği İnceleme Raporu. Bazen gerçekten mal ve hizmet satan firmalar yüksek tutarda vergi ve cezalara maruz kalmamak için kendisini naylon fatura düzenleyicisi olarak gösteriyor.
Örneğin bir firma her türlü mal ve hizmet satışları gerçek olmasına rağmen KDV'yi vergi dairesine ödememek için alımlarında sahte belge kullanıyor. Bu firma hakkında yapılacak vergi incelemesinde yapılacak olan işlem alışlarının sahte belge ile olması nedeniyle indirim KDV'lerinin reddedilmesi ve vergi dairesince bu tutarın istenmesi. Çünkü firma belgelerde yer alan KDV'leri indirim konusu yapıyor. Böylece müşteriden tahsil etmiş olduğu KDV'nin tamamı kendisine kalıyor.
Olayı rakamla anlatırsak; 10 milyon TL'lik mal ve hizmet satışından dolayı 1.800.000 TL KDV tahsil eden bir firmanın bu tutardan alışları dolayısıyla ödediği KDV'yi indirim konusu yapması gerekir. Ancak indirim konusu yaptığı faturaların naylon olması dolayısıyla hiçbir KDV ödemeden almış olduğu naylon faturalardaki KDV'yi indirim konusu yapması nedeniyle 1.800.000 TL firma sahibinin cebine kalmakta.
Bu firma hakkında yapılan vergi incelemesinde müşterilerinden tahsil ettiği ancak naylon fatura kullanarak vergi dairesine ödenmeyen 1.800.000 TL'nin gecikme faizi ve cezası ile birlikte ilgili kişi veya şirketten vergi dairesince istenmesi gerekir.
Bu rakamdan kurtulmak isteyen kişi kendisini sahte belge düzenleyicisi gibi gösteriyor. Neden böyle bir şey yaptığını açıklayalım.
Yukarıdaki örnekte sadece sahte belge kullanan ancak satışları gerçek olan firmanın cezalı olarak ödemesi gereken vergi aslı tutarı 1.800.000 TL'ydi. Oysa bu kişi hiçbir mal ve hizmet alım satımı olmadığını ve naylon fatura düzenlediği şeklinde bir görüntü verirse vergi dairesi bu kişiden 1.800.000 TL istemeyecek. Danıştay'ın kararları çerçevesinde naylon fatura faaliyetinde bulunan kişinin sadece % 2 oranında kazanç elde edeceği kabul ediliyor. Yani örneğimizde 10 milyon TL fatura düzenlemiş olan bir kişinin kendisini naylon fatura düzenleyen kişi olarak göstererek sadece 200.000 TL kazanç elde edilebileceği kabul ediliyor. Bu tutar üzerinden gelir vergisi ve KDV'si ise en fazla yüz bin civarında tutacaktır. Tabii bu anlattıklarımız olayın mali boyutu. Ceza davası ile ilgili kısmı ilgili kişinin göze almış olması gerekir.
Olan gerçekten mal ve hizmet alan müşteriye oluyor
10 milyon TL'lik mal ve hizmet satmasına rağmen bu işten sadece yüz bin civarında bir rakamla kurtulan firmadan mal alan kişilerin başına bu süreçten sonra gelmedik kalmıyor. Nasıl mı? Bu firmadan geçmiş dönemlerde mal ve hizmet almış Kdv sini ve malın bedelini ödemiş olan dürüst firmalar sahte belge kullanmaktan dolayı vergi incelemesine alınıyor. Hakkında sahte belge düzenleme raporu bulunan kişiden mal ve hizmet alan onlarca, yüzlerce firma bu nedenle incelemeye tabi tutuluyor. Bu firmanın sahte belge düzenlemiş gibi görünmesi ve hakkında bu şekilde rapor tutulması nedeniyle birçok firma mağdur oluyor. Bu şekilde bir vergi tekniği raporu dikkate alınarak yüzlerce vergi incelemesi yapılıyor.
Vergi mahkemesinde ret kararı çıkarsa
Ancak bu raporların önemli bir kısmı vergi mahkemelerine intikal ediyor. Vergi mahkemesi kaynak vergi tekniği inceleme raporunun yeterli olmadığı veya gerçek durumu yansıtmadığı gerekçesi ile ret kararı verebiliyor. Bu durumda onlarca yüzlerce firmada yapılan vergi incelemesi sonucu istenen vergi ve cezalar havada kalıyor. Bu nedenle bu tür kaynak vergi tekniği inceleme raporlarının gerekçeli ve delillerinin yeterli olması gerekir. Aksi halde Maliye Bakanlığı vergi inceleme elemanlarının kıymetli vakitleri boşa gitmiş olacak.
Kaynak: http://www.bugun.com.tr

24 Ekim 2011 Pazartesi

Kız Çocuklarının Sağlık Hizmetinden Yararlanmasında Son Durum

Sosyal Güvenlik mevzuatımızda yaşları ne olursa olsun işe girmedikleri ve evlenmedikleri sürece, kız çocukları anne ve babasının bakmakla yükümlü olduğu kişi sayılıyor ve sağlık hizmetinden faydalanabiliyordu.Taaki 5510 sayılı yasa hayatımıza girene kadar.
5510 sayılı kanunun yayınlanması ile kız çocuklarının anne ve babasının sağlık hizmetinden faydalanmasında köklü bir değişikliğe gidilerek,5510 sayılı Kanununun Geçici 12.Maddesi ile aşağıdaki metin getirilmiştir
“ilgili kanunları gereği tedavi yardımları karşılanan kişiler, bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihte herhangi bir işleme gerek kalmaksızın, bu Kanun açısından genel sağlık sigortalısı veya genel sağlık sigortalısının bakmakla yükümlü olduğu kişi sayılır. Bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihte ilgili kanunları gereği bakmakla yükümlü olunan kız çocukları bu Kanun gereğince de bakmakla yükümlü olunan kişi sayılır. Ancak durumlarında değişiklik olduğunda sağlık hizmetlerinden yararlanma koşulları bu Kanun hükümlerine göre yeniden belirlenir”
5510 sayılı kanununun Geçici 12.maddesine istinaden 01/10/2008 tarihinden itibaren anne ve babasının sağlık hizmetinden faydalanan kız çocuklarının durumunda bir değişiklik (evlilik,işe başlama) olduktan sonra,durum değişikliğinin ortadan kalması halinde bir daha anne ve babasının sağlık hizmetinden faydalanamayacaklardı.25/02/2011 tarih 27857 sayılı Resmi Gazetede yayınlanan 6111 Sayılı Bazı Alacakların Yeniden Yapılandırılması İle Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu ve Diğer Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanununun 49.maddesi ile 5510 sayılı kanununun Geçici 12.maddesine aşağıdaki ibare eklenerek 01/10/2008 tarihinden once anne ve babasının sağlık hizmetinden faydalanan kız çocuklarının durum değişikliğinin (işe başlama,evlenme) ortadan kalkması ile sağlık hizmetinden tekrar faydalanması sağlanarak mevcut hakları korunmuştur; 
6111 sayılı Torba yasanın 49.maddesi ile 5510 sayılı kanun Geçici 12.maddesine eklenen ibare; “Kız çocuklarının durum değişikliklerinin ortadan kalkması halinde, bu kişiler tekrar ilgili kanunlarına göre bakmakla yükümlü olunan kişi sayılır.”  
                  Özetle Kız çocuklarının sağlık hizmetinden yararlanmasındaki son durum aşağıdaki gibidir;
a)      01/10/2008 den once anne ve babasının sağlık hizmetinden faydalanan kız çocukları durumlarında değişiklik (işe başlama,evlilik) olması durumunda sağlık himetinden faydalanamayacak,fakat işten ayrılması,eşinden ayrılması durumunda tekrar anne ve babasının sağlık hizmetinden faydalanabileceklerdir,
b)       01/10/2008 tarihinden sonra ilk defa tescil edilen kişilerin kız çocukları 5510 sayılı kanun 3.maddesinde yer alan yaş ve öğrenim şartlarına kadar faydalanabileceklerdir,
c)      01/10/2008 tarihinden once ilk defa sigorta tescilleri olup sağlık hizmetinden prim yetersizliği nedeni ile faydalanamayan kişilerin kız çocuklarıda 5510 sayılı kanununun 3.maddesinde yer alan yaş ve öğrenim şartlarına kadar faydalanabileceklerdir.
d)      Malûl olan kız çocukları durumlarında bir değişklik yapılmamıştır çalışmadıkları ve evlenmedikleri sürece ana veya babaları üzerinden sağlık hizmeti almaya devam edeceklerdir.
Yukarıda a bendinde belirtilen kız çocukları için anne ve babasının 01/10/2008 tarihinden önce 4/a(Ssk),4/b(Bağ-Kur),4/c(Emekli Sandığı)’na tabi olması durumu değiştirmemektedir.
Bir örnek ile açıklamak gerekirse,
01/03/1999 tarihinde 4/a(Ssk) çalışmaya başlayan anne veya baba 31/12/2007 tarihinde işten ayrılarak sigortalılığı durdurulmuştur,sigortalılığı devam ederken kız çocuğuda sağlık hizmetinden faydalanmaktaydı.01/01/2008 ile 04/08/2011 tarihleri arası sigoratlılığı mevcut değildir.Anne veya baba 01/08/2011 tarihinde ilk defa 4/b(Bağ-Kur)’lu olması durumunda kız çocuğu sağlık hizmetinden faydalanmaya devam edecektir.Sigortalılık statüsünün 4/a(Ssk) dan 4/b(Bağ-Kur)’a dönmüş olması kız çocuğunun sağlık hizmetinden faydalanmasına engel değildir.Esas olan 01/10/2008 tarihinden once anne veya babanın sağlık hizmetinden (4/a, 4/b, 4/c) faydalanma hakkının olup olmadığıdır.
Ülkemizde kız çocuklarının çalışma hayatında yer alma oranı düşünüldüğünde 5510 sayılı yasa ile kız çocuklarının sağlık hizmetinden yararlanmasında yapılan değişikliğin kısa zamanda düzeltilerek 5510 sayılı yasadan önceki haline getirilmelidir.01/10/2008 tarihinden once sağlık hizmetinden faydalanan kız çocukları ile 01/10/2008 tarihinden sonra ilk defa tescil edilen kişilerin sağlık hizmeti alacak kız çocukları arasındaki adaletsizlik giderilmelidir.

Volkan KARAKOÇ
SMMM

21 Ekim 2011 Cuma

ANONİM ŞİRKETLERDE HİSSE SENEDİ DEVİR KAZANCINA SAĞLANAN VERGİSEL  AVANTAJLAR*
 
 

I- GİRİŞ :
Bir önceki çalışmamızda[1], T.Ticaret Kanunu’nun anonim şirketler tarafından çıkarılacak olan hisse senetlerini detaylı olarak düzenlediği, ancak hisse senedi bastırılmasını zorunlu tutmadığı, halihazırda TBMM Genel Kurulu’nda görüşülmekte olan TTK Tasarısı’nın ise anonim şirketlere hamiline yazılı pay senetlerini mutlak surette, nama yazılı pay senetlerini de koşullu olarak çıkarma zorunluluğu getirdiği, Tasarının bu haliyle yasalaşması durumunda, hamiline yazılı pay senetlerinin, pay bedelinin tamamen ödendiği tarihten itibaren en geç üç ay içerisinde bastırılmasının ve pay sahiplerine dağıtılmasının zorunlu olacağı, nama yazılı pay senetlerin bastırılması için ise, azlığın talebinin aranacağı, böyle bir talepte bulunulması durumunda ise nama yazılı pay senetlerinin bastırılacağı ve bütün nama yazılı pay senedi sahiplerine dağıtılacağı belirtilmiş idi.
Bu çalışmamızda ise, anonim şirketlerde payların ve hisse senetlerinin devri kısaca irdelendikten sonra hisse senedi ile pay devri arasındaki fark vergi mevzuatı yönünden ele alınacak ve özellikle hisse senedinin basılı olmasına sağlanan vergi avantajları üzerinde durulacaktır[2].

II- TÜRK TİCARET KANUNU’NA GÖRE ANONİM ŞİRKET HİSSE SENETLERİNİN DEVRİ
Hamiline yazılı hisse senetlerinin devri, senedin devralana teslimi ile gerçekleşir. Bu itibarla, hamiline yazılı hisse senetlerinin devri şirket ve üçüncü şahıslar hakkında ancak teslim ile hüküm ifade eder (TTK md. 415).
Nama yazılı hisse senetlerinin devri için ise, senedin ciro edilmesi ve devralana teslim edilmesi gerekir. Ancak, devrin şirkete karşı hüküm ifade edebilmesi için, devir keyfiyetinin pay senetleri defterine kaydedilmesi gerekir[3] (TTK md. 416). Zira, şirkete karşı ancak pay defterinde[4] kayıtlı bulunan kimse ortak sıfatını haizdir.
Bununla birlikte, TTK, nama yazılı senetlerinin devrinin, şirket anasözleşmesi ile sınırlandırılmasına da müsaade etmiştir. Şöyle ki, TTK’nın 416. maddesinin birinci fıkrasında “Nama yazılı hisse senetleri, esas mukavelede aksine hüküm olmadıkça devrolunabilir.” denilmiştir. Anılan hükmü mefhum-u muhalifine göre yorumlar isek, şirket anasözleşmesine hüküm konularak nama yazılı senetlerinin devrinin sınırlandırılabileceği ve böylece şirketin yabancılaşmasının önlenebileceği sonucuna ulaşırız.
Bunun yanında, Kanun;
- devir keyfiyetinin şirket anasözleşmesinde belirtilen sebeplerden dolayı pay defterine kayıttan imtina edilebileceğini (TTK md. 418/f.1),
- sebep gösterilmeksizin dahi kayıttan imtina olunabileceği şartının esas mukaveleye konulabileceğini (TTK md. 418/f.2),
- hatta, hisse senedi karşılığının tamamen ödenmemiş olması halinde, şirketin teminat talep edebileceğini ve teminat gösterilmediği takdirde kayıttan imtina edilebileceğini (TTK md. 418/f.3)
hükme bağlamıştır. Bu manada, nama yazılı hisse senetlerinin devri özellikli bir durum arzetmektedir. Dolayısıyla, nama yazılı hisse senedi devri ile birlikte devralanın ortaklık sıfatını da kazandığını söylemek her zaman için mümkün olmamaktadır.
Ancak, TTK, nama yazılı hisse senetlerinin, “miras, karı - koca mallarının idaresine ait hükümler veya cebri icra yoluyla” iktisap edilmesi (elde edilmesi) halinde teminat istenemeyeceğini ve kayıttan imtina olunamayacağını hükme bağlamıştır. Bununla beraber, şirketin yönetim kurulu üyeleri veya paysahipleri bu hisseleri borsa rayici, borsa rayici bulunmadığı takdirde kayıt için müracaat tarihindeki hakikî değeri üzerinden almaya talip olurlar ise, belirtilen haller için de kayıttan imtina olunabilir (TTK md. 418/f.4).
III- ANONİM ŞİRKET PAYLARININ/HİSSE SENETLERİNİN DEVRİNDEN DOĞAN KAZANCIN VERGİLENDİRİLMESİ
193 sayılı Gelir Vergisi Kanunu’nun 30.12.2004 tarih ve 5281 sayılı Kanun’un 27. maddesi ile değişik mükerrer 80. maddesinin 1. fıkrasının 1. bendine göre[5] “İvazsız olarak iktisap[6]  edilenler ile tam mükellef kurumlara ait olan ve iki yıldan fazla süreyle elde tutulan hisse senetleri hariç, menkul kıymetlerin veya diğer sermaye piyasası araçlarının elden çıkarılmasından sağlanan kazançlar” değer artış kazançları olarak değerlendirilmekte ve vergiye tabi tutulmaktadır.
Aynı maddenin ikinci fıkrasında ise “Bu maddede geçen ‘elden çıkarma’ deyimi, yukarıda yazılı mal ve hakların satılması, bir ivaz karşılığında devir ve temliki, trampa edilmesi, takası, kamulaştırılması, devletleştirilmesi, ticaret şirketlerine sermaye olarak konulmasını ifade eder.” denilmiştir.
A- HİSSE SENEDİNİN BASTIRILMADIĞI DURUMLARDA PAYIN DEVRİNDEN DOĞAN KAZANCIN VERGİLENDİRİLMESİ
GVK’nın mükerrer md.81/1 hükmünde yer alan istisna, “iki yıldan fazla süreyle elde tutulan hisse senetleri” için öngörülmüştür. Bu nedenle, anonim şirketin hisse senedi bastırmamış olması, bir başka deyişle pay sahipliğinin sadece kaydî paylara dayanması durumunda, payını devreden şirket ortağı anılan istisnadan yararlanamayacaktır.
Dolayısıyla, hisse senedi çıkarmamış anonim şirketlerde, payların devrinden bir “değer artış kazancı” doğmuş ise, bu kazanç gelir vergisine tabi olacaktır (GVK mükerrer m.80/4). Şöyle ki;
- elden çıkarma karşılığında alınan para ve ayınlarla sağlanan ve para ile temsil edilebilen her türlü menfaatlerin tutarından, payın endeks artışına[7] tabi tutularak hesaplanmış iktisap bedeli[8] ile elden çıkarma dolayısıyla yapılan ve paysahibinin uhdesinde kalan giderlerin ve ödenen vergi ve harçların indirilmesi sonucunda safi değer artışının ortaya çıkması,
- Safi artış değerinin istisna tutarından[9] (2009 yılı için 7.600 TL) fazla olması
durumunda, anonim şirketteki payını devreden paysahibi gelir vergisi ödeyecektir.
Devrin gerçekleştiği sürenin bu yükümlülüğe herhangi bir etkisi yoktur. Diğer bir anlatımla, eğer hisse senedi bastırılmamış ise, çıplak payın, iktisap edildiği tarihten 3 ay sonra veya 4 sene sonra devredilmesi, gelir vergisine tabi olması gerçeğini değiştirmeyecektir. Hisse senedi basılı olmadığı müddetçe, payın devrinden doğan değer artış kazancı gelir vergisine tabi olacaktır.
B- HİSSE SENEDİNİN BASTIRILMASI HALİNDE SENEDİN DEVRİNDEN DOĞAN KAZANCIN VERGİLENDİRİLMESİ
GVK’nın mükerrer md. 80/1 göre “İvazsız olarak iktisap edilenler ile tam mükellef kurumlara ait olan ve iki yıldan fazla süreyle elde tutulan hisse senetleri hariç, menkul kıymetlerin veya diğer sermaye piyasası araçlarının elden çıkarılmasından sağlanan kazançlar” değer artış kazançları olarak değerlendirilmekte ve GVK mükerrer m.80/4 gereği vergiye tabi olmaktadır. Bu itibarla; “tam mükellef kurumlara ait olan ve iki yıldan fazla süreyle elde tutulan hisse senetlerinin elden çıkarılmasından sağlanan kazançlar, değer artış kazancı olarak değerlendirilmez ve gelir vergisine tabi tutulmaz.” Dolayısıyla, bu istisnadan yararlanabilmek için; öncelikle, anonim şirketteki payları temsilen hisse senedi çıkarılmış (bastırılmış) olması, ikincisi ve en önemlisi de, bu senetlerin en az iki yıl süreyle elde tutulmuş olması gerekir. Yoksa, hisse senedinin bastırılmış olması, tek başına anılan istisnadan yararlanmak için yeterli değildir, ayrıca çıkarılan hisse senedinin en az iki yıl süre ile elde tutulması da gerekir.
Konuyu bir örnekle somutlaştıralım: (ABC) Anonim Şirketinin hisse senetlerini 01 Ocak 2007 tarihinde iktisap eden ve paysahibi sıfatı kazanan (A), bu senetlerin yarısını 31 Aralık 2008 tarihinde (B)’ye devretmiş ve bu işlemden 100.000.-TL safî değer artış kazancı elde etmiştir. Bu durumda, paysahibi (A) beyanname vermek ve gelir vergisi ödemek zorunda kalacaktır. Zira, devre konu hisse senetlerinin edinme tarihi üzerinden henüz iki yıl geçmemiştir. Bununla birlikte, paysahibi (A) iki gün daha beklemiş ve hissesini 2 Ocak 2009 günü devretmiş olsa idi, devirden 100.000 TL değil 1.000.000 TL safî kazanç elde etse dahi, beyanname vermek ve gelir vergisi ödemek zorunda kalmayacaktı. 
Yeri gelmişken, anonim şirketlerin hisse senedi bastırmalarına ilişkin olarak getirilen diğer bir vergi avantajını daha belirtmekte fayda görülmektedir: O da, anonim şirket tarafından ihraç edilen (bastırılan) hisse senetleri, borçlanma tahvilleri gibi menkul kıymetlerin ihraç giderlerinin kurum kazancının tespitinde gider olarak hasılattan indirebilmeleri yönündeki düzenlemedir. Zira, Kurumlar Vergisi Kanunu’nun 8/1-a maddesine göre; ihraç edilen hisse senetlerine ilişkin tüm giderlerin hasılattan indirilmesi olanaklıdır. Söz konusu giderler; senetlerin kağıt ve basım giderleri, mahkeme, noter ve diğer tasdik ve tescil giderleri, damga resmi ve ihraç dolayısıyla ödenen sair harç ve resimleri, ihraç dolayısıyla bankalara verilen komisyonlar, hisse ve tahvil senetlerinin borsaya kaydı için yapılan giderler ve bunlara benzer diğer her türlü giderlerdir[10]
C- HİSSE SENEDİ YERİNE İLMÜHABER ÇIKARILMASI DURUMUNDA PAYIN DEVRİNDEN DOĞAN KAZANCIN VERGİLENDİRİLMESİ
TTK’da, “ilmühaber” çıkarılmasını açıkça öngören bir hüküm bulunmamaktadır. Ancak, Kanunun 411inci maddesi hükmünden, nama veya hamiline yazılı hisse senetlerinin yerini tutmak üzere “ilmühaber” çıkarılabileceği sonucuna ulaşılmaktadır. İlmühaberler, hisse senetlerinin yerini tutmak üzere çıkarıldıkları için kıymetli evrak vasfına sahiptirler ve mahiyet itibariyle hisse senetleri ile aynıdırlar. Hisse senedi gibi ilmühaberler de paysahipliğini temsil eder ve hamiline genel kurula iştirak, oy, kâr payı gibi paysahipliğinin sağladığı bütün hakları verir[11].
Yine, gerek TTK’nın 409. gerek 411. maddesinin ikinci fıkrası hükmünden çıkan manaya göre, ilmühaberler de hisse senetleri gibi, ya nama veya hamile yazılı olarak düzenlenebilirler[12]. Ancak, bedelleri tamamen ödenmemiş olan paylar için hamile yazılı ilmühaber çıkarılamaz[13]. Bedelleri tamamen ödenmiş olsa dahi, nama yazılı hisse senetlerinin yerini tutmak üzere çıkarılan ilmühaberler de hamile yazılı olamaz. Buna mukabil, hamile yazılı hisse senetlerinin yerini tutmak üzere nama veya hamiline yazılı ilmühaber çıkarılması mümkündür[14].
TTK’nın 411. maddesinin ikinci fıkrası hükmüne göre, nama yazılı hisse senetlerinin yerini tutmak üzere çıkarılan nama yazılı ilmühaberler, nama yazılı hisse senetlerinin devrine ait hükümler dairesinde, hamile yazılı hisse senetlerinin yerini tutmak üzere çıkarılan nama yazılı ilmühaberler ise alacağın devri hakkındaki hükümlere göre devrolunur. Alacağın devrinin ise yazılı şekle tabi olduğu ve yazılı şekilde yapılmış olmadıkça temlikin geçerli bulunmadığı malumdur[15]. TTK’nın 411. maddesinin ikinci fıkrasının son cümlesine göre, devredilen ilmühaberin anonim şirkete karşı hüküm ifade edebilmesi için, devir keyfiyetinin mutlaka şirkete ihbar edilmiş olması gerekir. Devir, ancak ihbar tarihinden itibaren hüküm ifade eder.
Diğer yandan, 23.03.2000 tarih ve 23998 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan 232 Seri No.lu GVK Genel Tebliği’nde;
- geçici[16] ilmühaberlerin, anonim şirketler tarafından hisse senetlerinin yerini tutmak amacıyla çıkartılan menkul kıymetler olduğu,
- Dolayısıyla ilmühaberlerin elden çıkarılmasından doğan kazançların vergilendirilmesinde, Gelir Vergisi Kanununun hisse senetlerinin elden çıkarılmasından doğan kazançların vergilendirilmesine ilişkin hükümlerinin uygulanması gerektiği,
- ilmühaberlerin hisse senetleri ile değiştirilmesi dolayısıyla alınan hisse senetlerinin iktisap tarihi olarak ilmühaberlerin elde edildiği tarihin dikkate alınacağı belirtilmiştir.
Bu itibarla, hisse senedi bastırmayan kapalı bir anonim şirket, herhangi bir kurumdan izin almaksızın, hisse senedinin yerini tutan "ilmühaber" bastırabilir. Bu durumda, ilmühabere dayalı anonim şirket hisse satışı, iki yıllık süre geçtikten sonra yapılırsa, bundan doğan kazanç da, tutarı ne olursa olsun, gelir vergisine tabi olmayacaktır[17].

IV- HİSSE SENEDİNİN DEVRİ HALİNDE KATMA DEĞER VERGİSİ
3065 sayılı Katma Değer Vergisi Kanunu’nun 16.07.2004 tarih ve 5228 sayılı Kanun’un 15. maddesi ile değişik 17. maddesinin (4/g) hükmüne göre “külçe altın, külçe gümüş, kıymetli taşlar (elmas, pırlanta, yakut, zümrüt, topaz, safir, zebercet, inci, kübik virconia) döviz, para, damga pulu, değerli kâğıtlar, hisse senedi, tahvil ile metal,  plastik, lastik, kauçuk, kâğıt, cam hurda ve atıkları (hurda metalden elde edilen külçeler dahil) teslimi” katma değer vergisine tabi tutulmamaktadır.
Bu itibarla, anonim şirket hisse senetlerinin devri katma değer vergisinden müstesna tutulmuştur. Geçici ilmühaber ile yapılan satışlar dahi hisse senedi olarak kabul edildiğinden dolayı, ilmühabere dayalı hisse devirleri de KDV’ye tabi değildir.

V- ÖZET VE SONUÇ
Türk Ticaret Kanunu’nda zorunlu tutulmaması ve ağırlıklı kısmının aile şirketi hüviyetinde olması nedeniyle, halka açık olmayan anonim şirketlerde hisse senedi bastırılması çok sık rastlanan bir uygulama değildir. Oysa, çalışmamızda da izah edildiği üzere, anonim şirketlerce hisse senedi bastırılması ve payın bu senetler vasıtasıyla temsil edilmesi, sahibine, özellikle, şirketteki paylarının devrinde çok ciddi vergi avantajları sağlamaktadır. Zira, bastırılan ve iki yıldan fazla süreyle sahibi tarafından elde tutulan hisse senetlerinin devrinden doğan değer artış kazancı, miktarı ne olursa olsun, gelir vergisine tabi olmamakta, bu devirden dolayı herhangi bir KDV yükümlülüğü de doğmamaktadır. 
Diğer yandan, Türk Ticaret Kanunu, hisse senetlerinde bulunması gerekli unsurları belirtmekle yetinmiş, ancak senedin bastırılmasına ilişkin herhangi bir yöntem yahut Sermaye Piyasası mevzuatında yer aldığı şekliyle bir güvenlik önlemi öngörmemiştir. Bu itibarla, TTK’da belirtilen zorunlu şekil şartlarını taşımaları koşuluyla, herhangi bir matbaada bastırılmaları yahut bilgisayar çıktısı olarak alınmaları dahi mümkündür. Bu şekilde bastırılabilecek senedin geçerli olabilmesi için, şirket adına imzaya yetkili olanlardan en az ikisi tarafından imzalanması gerektiği ise tabidir. Hisse senedi bastırmaksızın, senette yer alması gereken hususları havi ilmühaberler çıkarmak da sahibine aynı vergi avantajlarını sağlayacaktır. Görüldüğü üzere, her iki yöntemin de maliyeti yok denecek kadar düşüktür ve herhangi bir formalitesi de bulunmamaktadır. Hal böyle iken, anılan imkandan faydalanılmaması, hisse devrinden dolayı değer artış kazancı elde eden ve vergi beyanında bulunmayan pay sahiplerini zor durumda bırakacaktır.

Soner ALTAŞ
E- Yaklaşım